Sonbahar rüzgârı dallarından koparırken sararmış yaprakları, Ayten’in de yüreğinden bir parça kopup bilinmezlere savruluyordu. Her hazan mevsimi aynı sahne tekrarlanırken, Ayten’in derin yarası gün yüzüne çıkardı. Rüzgârın uğultusunun kulaklarda yankılandığı bir sonbahar günü bırakıp gitmişti Engin Ayten’i. Birkaç satırdan ibaret bir mektupla. Ayten’in sessizliği bir çığlık olup taşıvermişti yüreğinden, akamayan gözyaşlarıysa bir sel olmuştu gönül dehlizinde. Karardı ortalık, dünyanın tüm ışıkları söndü adeta, ama o inadına ışığının, aydınlığının peşinden koşmak istedi. Engin onun dünü, bugünü, aydınlık geleceğiydi. Ona mutlu yarınları bahşedecek, küçücük dünyasına büyük anlamlar yükleyecek bir sevgiliydi o. Ayten böyle tanımış, böyle bilmişti onu. Engin’le açmıştı gözünü bu acılarla dolu dünyaya. Zorluklarla, bilinmezlerle dolu hayatının her safhasında Engin vardı ona hep büyük mutluluklar vaat eden, bir an bile elini bırakmayacağını söyleyen. Aksini bir gün bile düşünmedi Ayten o uğursuz sonbahar günü hayatını çalıp gidene dek.
Soğuk bir yetimhanede karşıladı hayat Ayten’i. Beş yaşında bile değildi soğuk duvarlarla karşılaştığında. “Anne, baba” diye haykıran sesi çınlıyordu buz gibi koridorlarda. Takati kalmayana dek ailesini aradı, hâlbuki ne bir ses, ne bir nefes kalmıştı onlardan geriye. Çok uzaklara gitmişti ailesi, dönülmez diyarlara. Küçücük masum kalbiyle kurtlarla dolu kocaman bir dünyada yapayalnız, biçare bırakmıştı minik meleklerini. O küçücük yürek yıllar geçtikçe ne büyük acılar, ne tatlı heyecanlar, ne derin sevgiler barındıracaktı içerisinde. Tüm bunlara vesile Engin olacaktı. Kader ortağı, hamisi, hayallerini paylaşan koca yürekli Engin. Çakır gözlerinde şefkati, sığınmayı, vuslatı bulduğu Engin. Kader öyle bir kesiştirmişti ki yollarını, acıların ortasında bir yudum sevgiye hasretken buldular birbirlerini.
O ilk gün. Küçücük, masum, dünyadan bihaber bir çocuğun hayatında yaşayabileceği en acı tecrübe. Annesiyle babasının yokluğunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Kimsesizliği bilmiyordu. Elinden tutan bu yabancı kadın da kimdi? Hayat öğretiyor her şeyi tane tane. O da zaman ilerledikçe kendini döngüye teslim etmeyi öğrendi. O kadar hızlı olgunlaşmıştı ki kaderine isyan etmek şöyle dursun, onunla elele yürümeye karar vermişti. Kadere inanıyordu, karşı koymuyordu ama hayatını idame ettirmek için de ne kadar mücadeleci ve kararlı olması gerektiğini biliyordu artık. Kalbindeki, ruhundaki yük ağırdı ama ayakları da bir o kadar sağlam basıyordu yere. Yol ne kadar çetin olursa olsun devam edecekti, ailesinin adını yaşatmak için. Ayten çizdiği yolda ilerlerken karşıdan da Engin gelmekteydi sunmaya hazır tüm sevgisini kuşanmış olarak. Pek romantik bir karşılaşma sayılmazdı Ayten için. Engin içinse tekrar tekrar yaşamak isteyeceği nadide anlardan biriydi. Engin fotoğraf sanatçısıydı. Makinesi elinde oradan oraya koşardı tüm gün. Bir hayat biçimiydi onun için gezmek, seyretmek, tattığı güzellikleri ölümsüzleştirmek. Birkaç sergide yer almıştı fotoğrafları ve rağbet de görmüştü. İnandığı, tutkuyla bağlandığı işi yapmanın keyfini çıkarıyor, hergün yeni heyecanlar keşfetmek üzere yola çıkıyordu. Bu seferki çok farklı, çok derin bir heyecandı. İlk defa kalbinin yerini öğrenmişti. İlk defa eli titremişti deklanşöre basarken. Ayten arkadaşlarıyla birlikte fakültenin ön kapısında merdivenlerde oturmaktaydı. Engin’in fotoğrafları çektiğini ilk o fark etti ve Engin’in yanına giderek ona çıkıştı, hemen fotoğrafı silmesini istedi. Arkadaşları onu sakinleştirmeye uğraşırken Engin’in nutku tutulmuştu. Neden bu kadar sinirlendiğini öğrenmek istedi. Ayten cevap vermeyip ısrarla silmesini isteyince Engin: “Ne kadar inatçı ve kibirli bir hanımsın sen” dedi bıyık altından gülümseyerek ve sildi gözünün önünde fotoğrafı. Ayten hışımla uzaklaşırken Engin arkadaşlarından birini yakalayıp hangi bölümde kaçıncı sınıfta okuduklarını sordu ve öğrendi. Tarif edemediği duygularla kalakaldı okulun önünde, ayakları bir türlü geri gitmiyordu o gün planında arşınlaması gereken daha çok yer varken. Engin artık bu fakültenin müdavimi olacaktı.
Ayten okul çağından itibaren fotoğraf çektirmekten, başkalarının fotoğraflarını görmekten nefret ederdi. İlkokulda arkadaşlarının hep mutlu aile fotoğraflarına denk geldiğinde hemen oradan uzaklaşıp ıssız, sessiz bir yerde ağlamaya başlardı. Tek bir resmi bile yoktu anne ve babasıyla. Her şey ama her şey kül olmuştu. Anne babasının yüzünü unutmaktan çok korkuyor, her gece rüyasına gelmelerini diliyordu. Neyse ki rüya âleminde çok mutluydu. Çocukken daha sık geliyorlardı ama yetişkin olduğunda da düşlerde elini bırakmadılar hiç.
Ayten, Engin’i okulun önünde her görüşünde kendinden bile gizlemeye çalışıyordu duygularını. Daha önce böyle hislere hiç yakın olmamıştı ki. Onun iç dünyası anne ve babasıyla doluydu. Korkunç bir kimsesizlikle savaşırken, tek dayanağı onların hayaliydi. Bu nedenledir ki hem iç hem de dış dünyasında kimselerle yoldaş olamıyordu. Üstünü örtmeye çalıştığı duygularını Engin açığa çıkartmak için çok uğraştı. Geç oldu, güç oldu ama iyi ki oldu. Ayten’e sonsuz bir anlayış ve hoşgörü göstererek kendisini hayatına dâhil edeceği günü sabırla bekledi. Bir yıl mesafeli bir arkadaşlık yaşandıktan sonra Ayten yavaş yavaş Engin’in kurduğu köprüden adımını atmaya başladı. Düşmekten, kaybolmaktan, köprünün ucunda Engin’i bulamamaktan korktuğu çok zamanlar oldu. Engin onun endişelerini fark eder ve şöyle derdi:
“Hayat düz bir yol değil. Kimi zaman farklı mecralara sürükleneceğiz, kimi zaman uçurumun kenarında bulacağız kendimizi, ama güzel günler de oluk oluk akacak üstümüze. Mühim olan her mevsimde kalplerimizin birbirine mühürlü olduğunu bilmek. Birbirimizden uzak da olsak gönülden gönle kurduğumuz bu köprü yıkılmayacak ve biz her an can cana olacağız.”
Engin’in yokluğunda bu cümleler kurulu bir saat gibi her sonbaharda Ayten’in dilinden dökülürdü ve Ayten düştüğü yerden kalkıp tekrar yola devam ederdi.
Kısacık bir mektuba bunca yılın sevdasının öyküsü sığar mı? Engin zorla sığdırmaya çalışmıştı. Belki de sığdırmak değil kesip atmak demeli buna. Ne giriş, ne gelişme; sadece sonuçtan ibaretti bu yaprak. “Yapamıyorum, yürütemiyorum, çok denedim, beceremedim. Affet beni. Yola bensiz devam etmen en hayırlısı. Hoşçakal.” Bu kelimelerin manasını çözmek için çok ter akıttı Ayten. Çünkü hissediyordu bu Engin’in dili değildi. Nasıl bulunacaktı bu mektubun tercümesi?
“Hani köprümüz yıkılmayacaktı Engin? Sen bir kâğıt parçasıyla hayata dair inşa ettiğim tüm köprüleri yerle bir ettin. Ben şimdi bir uçurumun kıyısındayım, yanımdan çekilmişsin ama belli ki canımdan da çekilmişsin.” diye yas tutuyordu Ayten için için.
Hep diri tutmaya çalıştı içinde tüm hatıraları. Biliyordu, Engin kötü bir şaka yapıyordu ona. Bir süre sonra köprünün ucunda belirecekti tekrar. Sabırla ve inançla beklemeye koyuldu. Zaman akıp mevsimler yer değiştiriyordu fakat o ummaktan vazgeçmiyordu. Yaşadıkları tek bir lahzayı bile unutmamak için Engin’i ve ona olan aşkını tasvir etmek için hergün anılarından bir parçayı yazıyor, kelimelerin canlanmasını bekliyordu adeta. Her gittiği yerde yanında taşırdı yazılarını. Demirbaştı onlar; umudunu inancını, sevdasını ayakta tutan sırlı yapraklar.
Herşey vaktini bekler. Mucizelere açılacak kapıları biz ne kadar zorlasak da zamanı gelmediyse anahtarı elimizde bile olsa açamayız. Yüreğindeki ateş hala harlıyken çaresizlikten, ne yapacağını bilememekten tarumar etti kendini. Olmazları oldurmaya çalışırken alevler sarmaya başladı her yanını. Birgün durdu kendini toparlamak, yangınına su serpmeye çalışmak için.
Sık sık gittiği, Engin ile olan mazisini kaleme aldığı çay bahçesinden apar topar kalktı o gün Ayten. Yetiştirme yurdundan tek derk ortağı, ailem dediği Sevgi bir kaza geçirmişti ve Ayten yaşlı gözlerle koşarak ayrıldı oradan. Dosyasını masada unuttuğunun farkında bile değildi. Mucize bazen bir taş atımlık mesafededir ve beklemediğimiz anda gelir, girer içeri. Karşı masadan Selçuk dosyayı fark etti ve Ayten’e yetişmek istedi ama o çoktan taksiye binmişti bile. “Yarın tekrar gelirim belki yine bulurum bu güzel kızı burada ve kendisine teslim ederim dosyayı” diyerek evine yollandı. Hiç âdeti değildi başkasının özelini karıştırmak ama çok yoğun bir enerji onu sayfalara doğru çekiyordu, daha fazla direnemedi ve sadece ne ile ilgili notlar olduğuna bakmak istedi. Son sayfa dikkatini çekti, yazıların mürekkebi bile kurumamıştı. Selçuk bütün gece dosyalarla sabahlayacaktı.
Selçuk, Ayten’in bitimsiz sevdasından o kadar etkilendi ki, Engin’in neden bu sevdayı yarı yolda bırakıp gittiğini ölesiye merak etti. İki kuru satırla çekip gitmesi hayra alamet değildi. Selçuk bu konuda ne yapabileceğini, derinden gelen bu duygularla hayata tutunmaya çalışan Ayten’e nasıl yardım edebileceğini düşünmeye başladı.
Binbir türlü ihtimal arasından Selçuk’un o saatte Ayten’le aynı mekânda bulunuyor olması kaderin bir cilvesiydi. Hızır gibi yetişmişti, mürekkebin damlası kurumadan bu hikâyenin devamını o getirecekti. Engin’in durduğu köprüden şimdi o geçecekti ama bilemezdi ki zamanla bir başka köprünün de kendi kalbinde inşa edileceğini.
Selçuk’un neyse ki hatırı sayılır birkaç dostu vardı her ihtiyaç duyduğunda yanlarına gidebileceği. Şansına Ayten’in dosyasında Engin’in resmi de vardı, hatta bıraktığı son mektup. Selçuk bunların kopyasını alarak arkadaşlarının yanına koştu. Biri emniyette, biri elçilikte kıdemli çalışandı. Araştırma yapmak için birkaç gün istediler Selçuk’tan. Selçuk hemen o gün dosyayı çay bahçesine götürdü, aynı masada Ayten’i çok bekledi ama Ayten gelmedi. Çünkü hastanedeydi ve dosyanın yokluğunun henüz farkına varmamıştı. Selçuk’un arkadaşları bu arada titiz bir çalışma yürütmekteydiler. İpin ucu çektikçe geliyordu. Ve tüm bilgiler masaya yatırılmıştı. Engin sahte bir kimlik ve pasaportla birkaç ay önce Suudi Arabistan’dan Dubai’ye geçmiş görünüyordu. Birkaç telefon hattı değiştirmişti ve nihai numarasına da uzun uğraşlardan sonra ulaşmayı başardılar. Selçuk arayıp konuşmaya çalışacak ve hakikatin ortaya çıkması için uğraşacaktı. İlk iki gün Engin’in telefonu çaldı ama açan olmadı. Tam vazgeçecekken son bir kez daha denemek istedi ve yanıt geldi. Engin’in sesi titriyordu, Selçuk kendini tanıtırken Engin “yanlış numara” deyip kapatmak üzereydi ve Selçuk Ayten’in adını telaffuz etti. Karşıda uzun bir sessizlik. Zar zor çıktı sesi: “Ayten iyi mi?” “Seni bulursa daha iyi olacak.” dedi Selçuk. O sırada Selçuk’un arkadaşları konumunu da bulmuştu. Engin: “Ben çıkmaz bir sokaktayım, peşimi bırakın.” deyince Selçuk: “Hiçbir yere ayrılma, oraya geleceğim ve sana yardım edeceğim Ayten için.” dedi. Selçuk bu konuşmanın ardından türlü duygularla boğuşmaya başladı. Neden bu topa girmişti? Hiç tanımadığı iki insana yardım etmek isterken bilmeden başka belalara sebep olursa eğer? Ya da Engin gerçekten de yanına kadar gidilip görüşülmeye, yardım edilmeye değer biri miydi? Kendi kendini yiyip bitirirken telefonu çaldı, Ayten’di arayan. Dosyasının içine numarasını yazmış ve bir not düşmüştü: “Sana yardımcı olabilirim, lütfen beni ara.” Ayten dosyayı aldıktan 10 gün sonra bu notu görmüştü. O sırada arkadaşının tedavisiyle ilgilendiği için yazılarına ara vermek zorunda kalmıştı.
“Nasıl bir yardımdan söz ediyorsun?” diye sordu Ayten.
Selçuk hala nasıl bir adım atacağına dair karar alamadığı için Ayten’e net cevap veremedi, sadece kendisine birkaç gün zaman tanımasını istedi ve telefonu kapattı. Arkadaşları da bu işin tehlikeli olabileceğini, belli ki adamın başının belada olduğunu söylediler. Selçuk o gün çok bocaladı ama bir yola çıkmıştı artık, yolun sonunu görmek istiyordu. Kararını verdi, gidecekti.
Ayten bu görüşmeden sonra uzun süre kendine gelemedi. Ne diyordu bu adam? Neden kendisine yardım edecekti ki? Engin’i tanıyor muydu yoksa? Bütün bu cevapsız sorular kulaklarında çınlıyor, Ayten tepeden tırnağa sarsılıyordu. O kadar ince bir çizgiydi ki bu. Yıllardır herkesten sakladığı koca bir umutla yaşamıştı. Lakin, şimdi Engin ortaya çıktığında ya Ayten’in umutları karşılıksız kalırsa, daha da kötüsü söylemeye dilinin varmadığı, duymaya kulaklarının katlanamayacağı bir haber gelirse Engin’le ilgili?
Ayten iç dünyasına kapanmış, türlü faraziyatla boğuşurken Selçuk umuda doğru yol alıyordu. Selçuk oraya ulaşana kadar Engin bulunduğu konumdan ayrılmamıştı. Bu belli ki iyiye işaretti, Engin demek ki artık sır perdesini aralayacaktı.
Birbiriyle hiçbir bağı olmayan iki insan bir araya geldi ve tüm hakikat ortaya serildi. Selçuk, yarım kalmış bu destansı sevdanın en ince ayrıntılarına vakıftı artık. Engin 2 yıldır içinde gizlediği tüm acıları, pişmanlıkları, özlemleri saatlerce Selçuk’a anlatmış, içindeki alev topu biraz olsun sönmeye yüz tutmuştu. Herşey Engin’in Suudi Arabistan’dan bir sergi daveti almasıyla başlamış, Ayten havaalanına kadar gidip oradan yolcu etmiş Engin’i, bir hafta sonra kavuşacakları inancıyla. Engin ülkedeki son gününde şehirde küçük bir gezintiye çıkıp birkaç özel fotoğraf çekmek istemiş. Herşey planlıymış Engin’in kafasında saati saatine. Ama planların altüst olmasına kadrajın kısa bir an yanlış yere kayması yetmiş. Meşhur bir parkta göz alıcı manzaraları videoya çekiyormuş Ayten’e de bu güzellikleri tattırmak niyetiyle. Parkın çaprazındaki daracık bir sokakta bir hareketlilik görüp oraya seğirtmiş. Hırpani kılıklı 3 adam yaşlı bir adama saldırmaktaymış. Hani saniyeler içinde bir karar almanız gerekir ya bazen. Hesaba katmış yabancı bir ülkede olduğunu, gidip zavallı adama yardım etmeye çalışırsa belanın kendisine de sıçrayabileceğini ama bir de reflekslerimiz vardır. İşte öyle bir an. Adamın yakarışlarına daha fazla kayıtsız kalamayan Engin o tarafa doğru koştuğu sırada adamı bıçaklamışlar. Engin şimdiki aklıyla “Nasıl yapabildim? Üstüme kalacağını nasıl düşünemedim?” dese de o ani refleksle adamı kurtarabilme ümidiyle bıçağı saplandığı yerden çıkarmış. Çıkarmasına çıkarmış ama adamın öldüğünü de acıyla fark etmiş. Engin koşarken makinesini düşürdüğünü anlamamış bile. Üstelik video o sırada bütün bu yaşanan olayları kaydetmekteymiş. Hiç hesap etmeye fırsat bulamadığı bir başka acı rastlantı ise olayın perde arkasını bilmeyen, vaktinden geç orada bulunan bir kadının Engin’i bıçağı çıkarırken görmesi ve çığlıklar atarak Engin’i katil ilan etmesiymiş. Engin kaçmaktan başka bir çare düşünememiş ki.
“En azından 1-2 gün kafamı toparlayıp, polise gidip her şeyi açıkça anlatıp aklanmayı düşünüyordum o lanet telefon gelmeseydi.” dedi Selçuk’a.
Cinayeti işleyen adamlar Engin’e telefonla ulaşıyor ve tehdit ediyorlar.
““Olayın içyüzünü bir tek sen ve biz biliyorduk, bir de senin şu aptal makinen biliyordu. Ondan da görüntüleri sildik zaten. Bizim eşkâlimizi polise vermeye kalkma. Zararlı çıkan sen olursun. Polis zaten şu an her yerde seni arıyor. Hadi sana kolay gelsin” diyerek pis pis gülerek yüzüme kapattılar. 1 sene kaçak göçek yaşadım Arabistan’da derdimi kimseye anlatamayarak. Kirli kapaklı işlere hayatım boyunca bulaşmamış ben, zar zor sahte kimlik ve pasaport edinerek her yerimi kire, pasa buladım. 1 seneye yakındır da Dubai’deyim, her an enseleneceğim hissiyle hiçbir suçum olmadığı halde.” dedi Engin.
“Peki, neden Türkiye’ye gelmeye çalışmadın? Burada hemen yetkililerle görüşüp anlatırdın her şeyi.” diyerek yanıt bekledi Selçuk.
“Nasıl gelebilirdim? Bütün deliller aleyhimeydi. Anında yakalarlardı beni. Evet, 1 senenin sonunda kimlik, pasaport değiştirdim ama yine de dönemezdim ülkeme, Ayten’i belanın içine sokmaya hakkım yoktu. Bütün bu başıma gelenleri bilip hergün korkuyla, acıyla yaşayacağına canı bir kere acısın ve beni unutsun istedim o mektubu yazarak.” dedi Engin.
“Mektubu Arabistan’dan değil de Türkiye içinden göndermeyi nasıl başardın o halde?” diye sordu Selçuk.
“Benim burada olduğumu düşünüp çaresizce beni aramasın diye bir süre sonra tesadüfen rastladığım bir Türk’ten rica minnet mektubumu Türkiye içinde bir yerden göndermesini istedim.” dedi.
“Peki, davanın seyri hakkında hiç malumat alabildin mi?” diye sordu Selçuk. Engin’in hiçbir şey öğrenemediğini anlayınca yine iş başa düşüyordu. Kendi bağlantılarını kullanacaktı ve birkaç gün içinde herşey açığa çıktı.
Bu adamlar birçok suçtan aranan silahlı bir çeteymiş. Birkaç ay önce kendi aralarında bir anlaşmazlığa düşmüşler ve içlerinden biri polise gidip cinayeti işleyeni ispiyonlamış; yanlış adamın peşine düştüklerini, o adamın sadece cinayeti gördüğünü ve ölen adama yardım etmeye çalıştığını söylemiş. Adam bulunmuş. DNA örnekleri, parmak izleri tekrar taranmış ve suçlu açığa çıkmış. Üstelik polise ihbarda bulunan adam olay günü masum olan adamın – Engin’in – kamerasını da polise getirmiş ve polisler silinen videoyu da dijital çağın bir nimeti olarak tekrar yüklemeyi başarmış. Sanki Engin’in kalbi bunca zaman durmuş haldeydi de atışını tam da o an tekrar hissetmeye başlamıştı. Prangalarından kurtuluyor muydu artık? Rahat bir nefes almak tabiri ilk defa yerini bulmuştu. Nefesi bile içinde hapsolmuş meğer bu zamana dek. Engin Selçuk’a nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor, kekeliyordu.
“Kelimelerini içinde sakla, onları güzel bir ritme sok. Ayten’le buluştuğunda öyle bir konuşma yap ki acıyla, sancıyla geçen bu ayrılık yıllarının ağırlığından arındır onu, telafisinin mümkün olduğuna inandır, güç ver ona söylediklerinle.” dedi Selçuk.
Ve ertesi gün Engin yeni bir hayata hazırdı. Kafasını eğmeden yürümek, soluduğu havayı ciğerlerine kadar çekmek, hızlı ve ürkek adımlarla geçtiği yollarda ilk defa yere sağlam basmak ve çok uzun zaman sonra böylesine tebessüm edebilmek. Ne büyük nimetmiş hepsi.
Ayten cephesinde de aynı telaş, dinmeyen bir heyecan vardı. Kabına sığamıyor, saatler önce hazırlanmış bir şekilde vuslat vaktinin gelmesini bekliyordu.
Hikâyenin sonunda Selçuk, Engin’le Ayten’i köprülerinden el ele geçirirken kalbinden bir cümle döküldü diline:
“Keşke başka zamanda, başka şartlar altında benim köprüme çıksaydı yolun, o vakit nihayetsiz sevdanın muhatabı ben olur muydum acaba?”
Elif GÜLER